Doktor

Doktor

İki, üç, dört derken, beşe atıyorum vitesi. Ben sürekli vites attığımı sansam da motorun değişen sesinden, nefeslendiği anlaşılıyor. Motorun böğürmesi bittiğinden midir bilmem, daha da basıyorum gaza. Vücudumdaki dolaşım sisteminin bütününe, trafikteki polisin el kol hareketlerinden uyarlama bir işaretle, mecburi istikameti gösteriyorum. Damarlarımdaki tüm kan önce bacağıma kayıyor, oradan ayağıma, ayağımdan parmak uçlarıma. Tüm gücümle basıyorum pedala.

Boyu diz kapaklarımda siyah bir etek, üzerinde İspanyol yaka beyaz bir gömlek, bacaklarımda fileli siyah külotlu çorap. Saçlarım dağınık. Direksiyona adeta sarılıyorum. Ellerim aynı hizada, sıkı sıkıya tutuyorum, düz yolda ilerliyorum. Epeydir yoldayım. Havanın kararlamasını üç farklı seviyede hissediyorum. Önce güneş küçülüyor, sonra aydınlık azalıyor sonra birden farları açmam gerektiğini anımsıyorum. Yağmur aynı kuralı bozmuyor. Önce çiseliyor, devamında cama daha fazla vurur oluyor,

Doktor

Hepsinden celalli hali, dolu başladığı vakit. Gökyüzünden çakıl taşları yağıyor yağmur yerine. Silecekler en hızlı da çalışıyor. Aynadan baktığımda geride kalan araçlar kısa sürede ufacık kalıyorlar. Aynadan kendime bakıyorum sonra, dağılmış bir haldeyim. Gömleğimin üzerindeki kan lekesi, durumuma endişe uyandırabilecek bir şüphe ilave ediyor. Yolun kenarında kollarını açmış beni durdurmaya çalışan birini fark ediyorum. Camında doktor amblemi olan arabamın frenine gidiyor ayağım. Kayarak duruyor araba, kızın beş on metre ilerisinde. Kız arabaya doğru yönelmişken, ben geriye takıp yaklaşıyorum. Kapıyı açıyor. yağmurdan sırılsıklam olmuş kızı alıyorum arabaya. yeniden arabanın devir göstergesi canlanıyor. gözümün ucuyla bakıyorum kıza, sonra tekrar gözümü yola çeviriyorum. kız hiç konuşmuyor. ben konuşacak durumda değilim. Arabanın içeresindeki tek sesin sahibi silecekler. Camı silmekten öte, sürtünüyorlar sadece.

Kız ayak uçlarında gözlerini usulca bana çeviriyor, başındaki kapüşonu çıkartıyor. “Merhaba hocam,” diyor; bu kızı tanıyorum. Poliklinikten hastam. Uzmanlık eğitiminde içerisinde boğulduğum vakalardan biri. Kapıyı açıp içeri girdiği vakit anlamıştım sıradan bir hasta olmadığını. Psikiyatri uzmanlığımın son yılında, kıdemlim görsün diyerek bana göndermişti genç asistan. Kapıdan girdiğinde anlamıştım daha ben, belliydi. Evet, çok aşikardı. Sıra dışı olsa da arabesk bir hal alacağını bilemezdim.

Önce bir yutkundu. Yüzümü çevirip baktım ona. Hep aynıydı aramızdaki diyalog. Onun suskunluğu, benim bekleyişimle başlıyordu. İlkinde on beş dakikayı bulmuştu sessiz bekleyiş. Bu seferse çok sürmüyor. Bir yutkunma, bir büyük es, bir yutkunma daha. Mikrofonun ucunda ses denemeleri yapanlar gibi, “ben ben…” diye başlıyor. “Ben hocam, sizce psikopat mıyım? hayır,” dedi, elini kaldırdı. “Hayır, bunun cevabını vermeyin bana, hazır değilim. Evet için de hayır için de. Bir tarafım meyilli şiddete bir tarafımsa bunun acısı içerisinde. Siz de kadınsınız, söyleyin bana, bir tek ben miyim adam üzerimde gidip gelirken önce sırtına tırnaklarını geçirip kanatma sonra tam boşalırken başucumdaki gece lambasını alıp kafasına geçirmek istemekten kendini alıkoyamayan. Bir keresinde silahı alıp kafasına dayamıştım, dilini daha çok çıkar, yala yut bitir beni diye bağırıp. Yok, sonradan çıktı bu olay. Evet… evet anlattım ya ben, hassas bölge korumada çalışırken böyle değildim, ilk başlarda. Daha sonralarda başladı bu şiddet tutkum. Hâlâ görevden atılmamı haklı bulmuyorum. Evet hocam siz de seks ile şiddet duygusunu örtüştürür müsünüz?” içim bulanıyor, gözlerim karalıyor, ağzıma acı su geliyor. “Yeter,” diyorum “yeter!” ayağım gazdan frene geçiyor. Var gücümle sarılıyorum frene. Kız yerinden fırlıyor. Zar zor kurmaya başladığı cümlelerini sürdürmesine izin vermiyorum. Cama kafasını çarpacak, camdan fırlayacak gibi oluyor, son anda tutunuyor. Duruyorum, “in,” diyorum, “arabadan.” bu bir.

İlker ORTAÇ

Çok gitmiyorum, üç yüz beş yüz metre en fazla. “Bakar mısın?” diyor. Arabanın ön koltuğundan gelen ses. Az evvel arabadan inen hastamın oturduğu yerde, aynı yeşil kabanı giymiş bir başka kişi oturuyor. Sesiyle irkiliyorum. Araba sağa sola savruluyor bir an. Kontrolümden çıkıyor. Yeniden sıkı sıkıya sarılıyorum direksiyona. Düzeliyor. Dönüp bakıyorum yan koltuğa, sesin sahibine. Kısık sesini tanıyorum. Çok geçmeden başını açıyor. Bir başka hasta. “Söyle,” diyor “doktor, söyle bana, çalmaktan nasıl kurtulurum ben? tam bugün kurtuldum diyorum, eve geliyorum, ceketimin cebinde bir şey olduğunu fark ediyorum. Anahtarımdır diyorum değil.” kapıyı açıp fırlattım onu, “telefonumdur diyorum o da değil, daha az evvel konuştum masaya bıraktım, o zaman cüzdanımdır diyorum bu ağırlık. Elimi atıyorum. Küçük bir tuzluk.

Bir defasında apartmandan iniyorum. Anahtarı kapıda unutmuş bizim alttaki öğrenci kız. Alıp cebime attım. Beş on dakika bekledim kapıda, kızın okuluna gitmesini. Baktım kız koşar adım fırladı apartmandan. Girdim, evi birbirine kattım. Ceplerimi doldurdum çıktım. Tuvalet kâğıdı, diş fırçası, çakmak.” “in çabuk arabamdan. Duymak istemiyorum bu deli saçması lafları. Poliklinik dışına çıktığım zaman o üzerime pis hastane koridorlarından bulaşan kokuyu silip atamadığım yetmezmiş gibi; senin, sizin, onun, bunun dertleri içerisinde kavrulmak istemiyorum. İn arabamdan. Efendi efendi ilaçlarını mı kullanıyorsun, çaldıklarınla mutlu mu oluyorsun bilemem. Beni bulaştırma kendi pisliğine.”

“Bir dakika,” diyor “bir dakika. Ben sana bu mesleği zorla seç demedim. Ben götü boklu bir esnafım ama sen doktorsun. Sadece hastane içerisinde değil, insanlığın ulaştığı, nefes aldığı her yerde. Beni dinlemek, dinlemekle de kalmayıp bir şeyler söylemek zorundasın. Şu an yaptığın gibi boş şeyler söylemek, yakınmak, yüksünmek yerine; bana sığınabileceğim, hayatımda aradığım dinginliğin kapısını aralayabilecek anahtar cümleyi söylemelisin.”

“Yok, olmayacak böyle,” deyip duruyorum. Kapıyı açıyorum, iniyorum arabadan. Yağmur tüm acımasızlığıyla hastanın oturduğu taraftaki kapıya varana dek çarpıyor bedenime. Bir anda soğuk bir duş almış gibi oluyorum. Açıyorum kapıyı. Hiçbir şey demeden bekliyorum inmesini. İnip, çekip gitmesini. Bu iki.

Yeniden ilerliyorum. Bir yandan bütün gün yaşadıklarım kare kare geçiyor gözümün önünden, bir yandan o çıkmaz sokağa girdiğimi hissettiğim gün baktığım hastaların tek tek çıkıp gelebilmeleri, keskin dişlerini beynime geçirmek için can atan bir canavar olup, kahkahalar atıyor. Bir hocam demişti zaten, “tıp fakültesini bitirip bu uzmanlığı seçenler, ben de dahil, en kralından kırk altılığız,” diye. Ben de yavaş yavaş hastaların hastalıklarına bürünüyorum. Üzerimdeki kan lekesi, arabamda beliren kişiler bunun apaçık göstergesi. Biliyorum, bununla son bulmayacak bu gece. Hemen akabinde diğer kız gelecek. Kendini satmaktan hoşlanan, evli, beş aylık çocuğu olan. Fahişe miyim diye soracak, sonra bağırıp çağıracak, gözlerinden yaşlar fışkıracak. Ağlayacak hiç susmadan. Yorgun düşene kadar devam edecek gözlerindeki yaşlar. Boğazındaki damarlar ortaya çıkacak. Patlayacak gibi olacak damarlar. Sonra yorgunluğu hakimiyet kuracak bedenine. İnlemeye başlayacak kısık kısık. En son ağlamaktan, bağırmaktan kısılan sesiyle soracak, ben neden bir fahişe olarak doğmadım. Üç!

Arabamda belirecek yeni birini kaldırabilecek güçten yoksun, kaçabilecek bir delik arıyorum kendime, tüm çaresizliğimden uzaklaşıp, izimi kaybettirebilecek. Yolun kenarında bir bina görüyorum. Sinyal verip giriveriyorum, gördüğüm binanın karakol olduğunu fark etmemle. Kapıdaki polis bana baş komiserin odasını işaret ediyor, anlattıklarımdan sonra. Buzlu camlı kapıyı çalıp giriyorum. Yanaşıyorum masasına, masanın diğer tarafından süzüyor beni.

Doktor

Gözleri gömleğimdeki kan lekesinde, oradan iniyor diz kapaklarımda biten eteğimin altından bas bas bağıran fileli siyah çorapların içindeki bacaklarıma. Anlatıyorum ona. “Ben,” diyorum, “istemeden de olsa kötü bir olaya karıştım.” “Mesleğiniz ne?” diyor, gözlerini bacaklarımdan çekip yüzüme baktığı vakit. Adamın gözleri sabitleşmiyor. Aynı hat üzerinde inip çıkıyor. Gözlerimde duruyor bir, bilemedin iki saniye, gömleğimdeki kan izine iniyor, eteğime, bacaklarıma, oradan aynı hattı takip ederek yeniden göğsümdeki lekeye ve gözlerime. “Oturun,” diyor. “Bence anlattığınız kadar basit değil olay, biz de sizi bekliyorduk ama bu kadar çabuk değil.” birden bir patlama sesi duyuyorum, istem dışı başımı ellerimin arasına alıp kapanıyorum, az evvel oturun demesiyle oturduğum koltukta. Patlamanın takip ettiği beş on saniyeden sonra kaldırıp başımı, sesin geldiği tarafa bakıyorum. Buzlu cam yerde. Bu bir.

Arabanın ve sorularımın içerisinde ilerliyorum. Yolun kenarında bir bina görüyorum. Sinyal verip yanaşıyorum karakol olduğunu anladığım vakit. Kapıdaki polis söylediklerimi dinleyip buzlu camlı kapıyı gösteriyor parmağıyla. Kapıyı çalıp giriyorum içeriye. Masaya yaklaşıyorum. “Anlatacaklarınızı dinleyelim,” diyor; “buyurun bir nefeslenin.” oturuyorum masaya tam karşıdan bakan koltuğa. Saçlarımdan su akıyor. “Bu arada mesleğinizi öğrenebilir miyim?” diyor kibarca. “Psikiyatri uzmanlığımın sonlarındayım,” diyorum. “Nasıl oluyor bu uzmanlık, ben hiç anlamam. Son sınıfta mı ayrılıyorsunuz branşlara?” diyor. Anlatıyorum bir iki kelimeyle. “İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş,” diyor. “Bizim Hanım son günlerde iyice cozuttu,” diyor. “Ne yapmalıyız hocam?” birden kaşlarımı çatıyorum. Burnuma hastanenin pis kokusu geliyor. Burnumdan akan ılık kan süzülerek dudaklarıma iniyor, ağzıma geliyor tadı. Elimi atıyorum.

İlker ORTAÇ

 

Bu yazıyı paylaşmak ister misin?