Haşhaşi kitabeler

Toprak, âh baba ocağı toprak, bir sen hâlden anlıyorsun. Senden geldim, sana döneceğim. dudağımı öğüt içinde ve öğüttüğünü bir ayrık otunda dirilt.

ODAM

Odaların içinde imtiyaz sahibi olunan bir oda(m) var. Her şey “m” harfinin vurgulu etiketinde. Benim de bir odam var. Duvarlarını ona istediğim renge hemencecik boyadığım. Açık renkler pek değil, koyu ve kapalı renklere daha çok boyarım. Hangi renk olursa olsun odamın rengi, ruhumun rengi pamuk gibi olur, ruhum pamuklara boğulur. Kapısından içeri girmemle içeriden kilitlerim, anahtar üç sefer döner, üç dil sürer kapanış. Lâl olur kapı ve bu diller sessizlik bahşeder susarak, kapımın üç dili üç bekçi gibi. Duvar lâl, duvarlar pek bir lafazan…

Odam büyük, çok adımlık volta alanı gibi. Yer yatağı var odamda, saten kumaştan, eflatun renkli, krem bir yorgan ve iki yastık yorgan renginde. Yer yatağım birkaç kişilik, yorgan geniş, yastıklar uzun ve sert. Uyumak için değil, hayal etmek için uzanırım yatağıma. Olmadık hayaller biriktiririm yumduğum gözlerimin içinde. O yatağımda kabus yok, ifritler yok, kıvranmak yok uyusam bile. Kıvrılırım hayallerimin içine, koynuna düşerim iz olurum hayallerimde. Bir duvarı ayna yerden tavana, seyre doyarım kendimi, ayaklarımdan saç uçlarıma. Bir duvarı simsiyah dipsiz bir kuyu gibi, beyaz ipler sallarım kuyunun içine. Bir duvarında suretler, gülümseyen ve somurtan suretler, acı ile bakan ve şefkatle yaklaşan suretler. Tanıdık simalar, yabancı yüzler, yüzsüzler, suret üstünde maskeler, suretsizler. Ve aşık olduğum cemâller.

Yastıklarımın yaslandığı duvarda üç çınar ağacı, kitaplar dolu çınarların dalları, harfler düşüyor dallardan, toprağa değmeleriyle kuş olup kanat çırpan kelimeler. Odanın zemininin kum bir yanı, renkli çakıl taşları öbür yanı. Kumdan heykeller kurarım, kumdan şekiller çizerim, kumdan evler ve insanlar yaparım, ellerimi kumla yıkarım. Çakıl taşlarıyla tesbih ederim içimdekini, bu bazen gökteki olur bazen yerdeki. Sırt üstü uzanırım gözlerim tavanda, odamın tavanı bir insanlık telaşı, bir yürüyen hayat, koşuşturan ve vazgeçen insanlar, karıncalar gibi yığınla insanlar ve iki ayaklı insan görünümlü hayvanlar. İçsel ve gündelik hayat tablolarından sonra, kainat tavanımda sahne alır. Tavanda resim çizmeyi çocukluğumdan öğrendim, daracık zihnim tavanda umman oldu. Ben o ummanda öğrendim yüzmeyi, ellerimle zihnimi dövmeyi…

Kainat zerre olur, zerre bir katre doğurur, sonra Dicle görünür bir yanda, bir yanda Fırat ve ikisinin arasından Nil akar aheste aheste. Nil’in yetim kızları düşer kirpiklerime, uyurum o vakit. Krem yorgan bir çiçek yaprağı olur, yastığım boynumu sever. Uyurum. Zihnimin içinde uyurum. Odamda uyuyan ruhumdan uyanır, evimin salonunda, suyla beslediğim bir bitki ile hikmeti hasbihâl ederim. Düşlerim ve düşüşlerim, inceliğim, nezaketli sövgülerim, an’dan gayrısı her bir şeyim zihnimin odasında uyur mışıl mışılca.

ODAM’IN RÜYASI

Söz ile kelâm, kalem ile tutan oturmuş hasbihâl ediyor; kara bir fikriyatla ve karalama söz alıyor, defterin akına lacivert bulaştırarak. Kalem rengi lacivert olunca işte. ne ise ne renk, renkler zâyi olur zamanla, yitirir mefhumu, yiterken insan umudu. Öyle değil kelimeler, susuşlara imân edilse bile. Kelâm etmek, sese kudret olmak, olsun sizin, susmak ve kelimeler bizim. Şimdi söz alsın karalamak, sahne sizin ey kelimelere acıkmış heceler, kopsun imdadınızın çığlıklarından tekerlemeler…

…Farklı olmayı zırh gibi kuşanmış necis ruhlar var. Alınlarından topuklarına kadar, rol kesen adamlar ve kadınlar. Haydi gelin, durulayın beynimi, beyni arınmış olayım, hatta yıkanmış. Hayatta daim olmak ve dik durmak için; sâfi bir beyine ihtiyacım var, yıkanmış ve mis gibi kokan bir beyne. Sahtekarlık mersiyeleri okuyorsunuz bana, beynimi yıkamak yerine. Adamlar saç tellerimi koparsın, kadınlar kafatasımdan aksın zihnime. Kazınsın iki yüzlü suretleriniz, yüreğinizin kiri olsun ibret vesikasımız.

Beynimi çiçek dileniyor su kokulu yapraklarından. Yıkayın beynimi, içimdeki sizi soyup, üryan kalayım. Taze bir ağ örülür kalbimin kıyısında, örülür örümceğin tığ ile çuvaldız bacaklarından. Güvercin kokar kalbim, kanatları altında masumiyet ve zeytin ağaçları. Hicretimin ve kaçışımın, hüznümün ve korkumun, sizin ve benliğimin heybetinden kalbimdeki mağaraya sığınırım. Dost beklerim, yâren olur, bir zaman ağlar, güvercin ve zeytinden hayaller kurarım, beklenen gelinceye değin.

Ezber edilmemiş hatalardan, bir muhârebe alanı olan hayatlar peydâ olur.

YEMYEŞİL ESRAR PERDESİZLİĞİ

Murâd edilen ile tüketen gerçek karşısında kendini bir boşlukta bulan insan, bu boşluğu uyuşturan maddeler ile doldurdu. Bitkiyi kurutulmuş bir bulut beşiği kılıp, bu beşikte gönlünce kurulmaya başladı. Fakat bir şuur avcısı olan hükümet politikaları, kişinin şuuru ile birlikte yek sahibin kendi olduğunu, kanunla, buluttan beşiği olan kafası ser kişisine set koydu. Uçucu ve uyuşturucu maddelerin yasaklanması yönünde, üretilmesi ve tüketilmesi zinhar bir tutum içine girdi. Şuur, vicdan ve onur devletlerin efendisi olduğu, otoritenin bağlayıcı olduğu kamusal hâller ve nizâm ile kararnameler doğrultusunda şekil buldu. Devletin asli vazifesi vatandaşını her türlü kötülüklerden korumaktır. Devletin vatandaşını kendinden korumasını gerektiğini söylemek, evet bunu söylemek, ihanetin büyüğü kabul edilir. Ve insan devletler tarihinden şunu net olarak öğrendi ki: Devletin hain dediğine Tanrı sadık diyemez, devletin kurduğu dar ağacına Tanrı ancak bir mucize olarak müdahale edebilir. Tanrı’nın müdahalesi mucize ile olur ve mucize denilen o aklı yarım bırakan hâl, geçmiş asırların mitolojisindeki hayat öykülerinde kalmıştır. Devlet simsiyah, esrar yemyeşildir. Devlet yemyeşil olarak kendini pazarlar ve siyaha boyanır, esrar kendini pamuk tarlası olan buluttan beşik gibi pazarlar ama gözaltı torbaları simsiyahtır. Devlet ile esrar kafa olarak aynı yolu paylaşır, biri nizâmi, diğeri gayrî nizâmi. Hangisinin intizam üzere olduğunu demeyeceğim.

SAKSIDA ANI BİRİKTİRMEK

İncir yaprağına çiseliyordu semâ, incirin göbeği çatlamış çekirdekleri kırmızı ve baldan, yağmur kokuyor kahve, tütün kokusu siniyor kırmızı gerdanlık esans kokulu muhâcir üzümüne. Bir portakal ağacına gölge olmuş siyah râhmet bulutları, gök çiselemekten atıştırmaya başlıyor, üzüm habbesi büyüklüğünde. Dağların haşmetinde dolanıyor bulut sürüleri, bembeyaz pamuktan kalpleriyle su topluyor göğün şişman askerleri. Öğütüyor rüzgârı değirmenler nur etmek için karanlığı, tarla kokuyor soğan, ruhu kokarken insan. Göğün ressamı rengârenk kılıyor tuvalini, renklerin ârşa dokunuyor kimyası, Allah bir renktir görmesini bilene, azâmet ile râhmet ârz üstünde, bakmasını bilene. Tütün yok yol boyunca, tütün veda edilmiş yâr, yol alır zaman bekletilen sürü gidişatında, hicrân yarasıdır tütün, veda vuslat kırığıdır bekleyişte olan.

BİTKİNİN ŞİKAYETİ

Bazı insanlar işitmek istediklerini işitmediği zaman çok kırıcı oluyorlar. Buna mukâbil bazı insanlar da içlerinde olan şeyi söylediği zaman her şeyin sabun köpüğüne dönüşeceğine inanır. İnsan karmaşıklığı üzerine olan kalın kalın felsefe kitapları, insanın o döngüden ibaret çekişmesini, hırsları ve kendi ile kavgasını, ruh beden kaosunu ve vicdan ile akıl medceziri karşısında eksik kalıyor. Mürşit ile mürit arasında olan râbıta, dersin ki aklî melekelerinin arasındaki bileşik bağlar ve insan ne kadar “âkil” olduğunu iddia ederse etsin, kendi kendine yetmeye çalışan ama bunu da eline yüzüne bulaştıran bir varlıktır. İddia çalışması bir fiyasko. İlim ve bilim uçsuz bucaksız bir feza ve insanî öğretiler olan hissi alâmetler içinde debelenmektedir. Gizli ilimler, entrika ile dolu kalplerin, karmaşık zihin örgülerinin ve beşer şaşar sorununun iyileşmesine cevap olmuyor. Şımarık ve iflah olmaz kolonilerin doğmasına neden olan bilim, insanın piriz ile olan güncelliğini tazeliyor. İlmin sancağı ve bilimin bezirgân önderliği insana kâfi gelmiyor. İcat ve keşfin hükümranlığı insan kalbinin derinlik ve yüzeysel açısına hükümran olamıyor. Dahası kalbin sahibi bilmiyor içindeki cevheri veya çakıl taşını, zümrüt mü yoksa et parçası mı? İnsanın insana anlatıldığı medreselerin harcı ne zaman maya olacak lâl taşlara? Aslında taşlar bile lâl değil ya… Diyorum ki; ne zaman akıl edeceksiniz?

Orhan KANZA

Bu yazıyı paylaşmak ister misin?