Hayat Aynı Soruyu Tekrarlamaz

Yıllar önce “sıcaktan” kovuldum. Sıcak ne mi? Siz ev diyebilirsiniz ya da iş, aşk, ülke, gezegen! Soğuk karın ağrısı yapar bende. Karın ağrısı da ya kabız, ya da fena halde ishal. Kabızlık ya da ishal olmam sözlerime, davranışlarıma, siyasi duruşuma da yansır. Bu berbat pansiyona ne zaman yerleştiğimi anımsamıyorum bile. Haftalık ödeme yapmam gerekiyordu. Anlaşma böyleydi. Hangi anlaşmaya sadıktım ki? Bezginliğim karakterim olduğundan bu yana ne çalışıyor, ne de dışarı çıkıyordum. İçiyordum. Sevişiyordum. Uyuyordum. Sıçıyordum. Para? Bunlar için parayı nereden buluyordum değil mi? Haklı olarak merak etmektesin sevgili okur. Ama bilmediğin ya da gözünden kaçan şu ki; karanlığın çekiciliğine kimse karşı koyamıyor. Karanlık tarafta olmam nasıl bir yetenek yarattıysa ben de çağırıyordum tüm merak edenleri. Geliyorlardı. İçki şişeleriyle, tenleriyle, küfürleriyle.

Absürd bir öykünün kahramanı gibi yarım kalacak bir cümleyi yaşıyordum. Dağınık bir yatak, sigara dumanının oluşturduğu sis, boş bira şişeleri ve az önce giden kadının parfüm kokusu; bu bana ait bir dünyaydı işte! Tüm evrenim. Bu ucuz pansiyonun tek kişilik kirli odasında kendimi tüketiyordum; alkol şişelerim, sigaralarım, yalnızlığım ve ara sıra gelen, kim olduğunu anımsayamadığım kadınlarımla.

Kapatmayı hiç düşünmediğim odamın kapısı gıcırdayarak, karanlığıma ağır ağır açıldı. Herhangi birini beklemiyordum. Soğuk bir yalnızlığı son birkaç saat paylaşmıştık az önce gidenle. Koridorun ışığı, kapıda bekleyeni aydınlattı. Ben onu görebiliyordum, onun gözleri karanlığa alışık değildi henüz. Aydınlıktan, karanlığıma girmeye tereddüt etmekte olan bir dost/düşman/aldatılmış bir zavallı mıydı karşımdaki? Sıkıntılı, sarhoş ve aşık.

Kafasında, tahmin etmekten öte gayet iyi bildiğim cinayet planını saklıyor ve meçhul bir fail olmak için son derece yeminli. Sevgilisinin benimle olduğu saatleri meyhanede içerek geçirmiş belli ve onun parlayan gözlerle yanımdan gitmesinden sonra da, cesaretlenmek için daha çok içmiş, şimdi karanlık bakışlarla karşıma geçmiş oturuyordu. Aşkını yaşatacak bir çözüm için her yasayı çiğneyebilecek durumdaydı. İstanbul Boğazının soğuk sularında, akıntıya karşı deli bir heyecanla kulaç atmak üzereydim sanki. Çizgi romanların kahramanı olmak için çok geçti ve komşunun kızına aşık olduğum için babası birazdan beni azarlamaya başlayacaktı.

Yanıma gelirken, kentin dik yokuşlarında, çıktıkça bitmeyen merdivenlerine sarhoş kusmuklar bırakmıştı. Köpek çetelerinin işgali altındaki sokaklarda kaybettiği sevgilisinin, kendisine dönmemesinin tek sorumlusu olarak beni görüyordu ve haksızdı: Tutkuyu, arzuyu, seviyi birbirine karıştırmış zorba bir ahlakçı olmuştu. Alkolün kızarttığı gözleri üzerimde, itiraf etmemi bekliyordu; ama, akşam bitmişliği hüküm sürüyordu ruhumda, konuşmak istemiyordum. İki yalnız adamız şu an. İnsanların secdeye vardığı saatlerde birimiz tetiği çekmeye hazırlanırken, diğerimiz infazını bekliyordu.

Aşk sandığı bencil bir aldanmaydı. Mutluluğa dair gözleri açık düş görüyordu. O’nu baştan kendisinin çıkardığını sanıyordu ve namus kavramı üzerine söylevler atarak, sevgisinin gerçekliğini kanıtlamaya çalışıyordu. Gözlerindeki uzaklığı görünce sevgilinin, karmaşık ahlaki kavramların O’na göre olmadığının ayrımına vardı sonraları. Aşkı eğitme çabalarının anlamsız olduğunu göremiyordu, düşlerinde kendisine göre yoğurduğu birini seviyordu; saygı duyulmak için bunu önce kendisinin göstermesi gerektiğine inanarak, sevgilisinin önünde hep diz çökerdi ve terkedildiğinde yere yıkılması işte bu yüzden çok kolay olmuştu. Şimdi bana bakarak, onu rahatlatacak bir şeyler söylememi, kendimi savunmamı, hatta affedilmek için yalvarmamı bekliyordu, hiçbirini yapmadım.

Çıplaklığımı örten havluyu bir tarafa attım. Yerdeki bira şişelerinin arasında kirli donumu aradım. Bulamıyordum. Çıplaklığıma kaçamak bakışlar fırlattığını hissediyordum. “Onda olmayan ne vardı bende?” merak ediyordu. İçinde bulunduğumuz bu gezegende pasaportunu kaybetmiş bir yabancıydı. Sevgilisiyle yakalayamadığı uyumu, beni hakaretleriyle boğarak yakalayacağını sanıyordu saflıktan öte bir ahmaklıkla.

“Sen dedi; intihar gibisin…Hem herkes tarafından bir kez düşünülen, hem de cesaret edilemeyen…” Kısık sesle söylediği dizelerden sonra Cemal Süreya olduğunu mu iddia edecekti şimdi? O Cemal Süreya’lığına sığınırken, ben Osho’nun cümleleri ile karşı hamlemi yaptım. “Sen cevapları ezberliyorsun ama hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz. Hayat küçük şeylerden oluşur. Eğer sen seversen büyük olurlar. Birisinin hatası için kendini cezalandırmak aptalcadır. İnsanlar bir şeyi anlamadıklarında yanlış anlamaya başlarlar. Sevgi bir tutku değildir. Sevgi bir duygu değildir. Sevgi birisinin, bir şekilde seni tamamladığının derinden anlaşılmasıdır.”

Doğruydu, intiharın ta kendisiydim ben. “Osho” değildim. Kendimi bir bıraksam, kente yağacaktım kan gibi. Filizlenen bir umut, doğan güne şarkıydı yaşam bir zamanlar benim için. Mutluluk, saklambaç oynardı düş bahçelerimde, arardım ebelemek için, saçları regl renkli bir kızı. Katledilmemiştim. Saftım. Sonra ne oldu? Nasıl oldu? Bir sır. Bütün kapılardan alçakça kovuldum. Korkmuştum. Yalnızdım. Soğuk gecelerde pusuya düşürdüklerimle yatıyordum. İntihardım. Ve intiharı bir kez olsun düşünmeyen kadına henüz rastlamamıştım.

Belalı akşamlara gebe kalmış ve doğurmamakta ısrar eden sokak kadınlarının sancılı çığlıklarının duyulduğu saatteyiz. “Seni, tam da seni sevdiğini bildiğin bir anda bıraktı değil mi? O boşluğu içinde sakla ve sakın unutayım deme. Kıskançlığının seni nelere zorladığını hiç unutma!” İçimden geçirdiklerimi anlamıştı. Kalktı. Beni karanlığa bırakarak kayboldu. Yine yalnızdım. Donsuz bir yalnız. Acısı ve hüznü belki de O’nun iyileştiğinin habercisiydi. İlişkisine yüce bir anlam katıp, kutsallaştırarak gülünçleşmeyecekti artık belki de. Ama ben, gülünçleşmeyi bile beceremeyecek kadar yılgındım.

Bu yazıyı paylaşmak ister misin?