Kadın

Kasaptı. Kadındı. Kadın olan tek kasaptı bu ilde belki de. Belki de yaşamaktan dolayı övündüğü ikinci ve son şeydi kadın bir kasap oluşu. İlki ise biricik kızıydı. Kocasına olan ve kocasının her hareketinde bilediği kinini balta misali elindeki satıra yükleyip indiriyordu kemiklerin üstüne. Bu indirişe dayanamayan et bir yana ayrılıyor, kemikten kırılma sesleri geliyordu her vuruşta. Satırı tekrar kaldırıp tam indirmeye hazırlanırken gözlerinden yanılmış olma olasılığının kararsız bulutları geçiyor, biraz duraksıyor ve duraksama belirip kaybolduğu anda tekrar indiriyordu etten ayırmak istediği kemiğin üzerine. İnsafsızca ayırıyordu eti kemiğinden, insafsızca ayırdıkları gibi kızını kendisinden. Yaşam ona hep insafsızca davranmıştı.

Bir hafta sonu, çok sıcak bir öğleden sonra yıkanmak için banyoya girmişti. Banyoda üzerindeki bornozu çıkarmış, duş kabinin kapısını büyük bir güvenle kapatmış biraz sonra gelecek olan kocasının kardeşinden habersiz, ılık suyun akışına bırakmıştı yıkarken okşadığı bedenini. Suyun ılıklığını ayarlarken aralanan duşun kapısından içeri girenin eşinin kardeşi olduğunu fark  etmedi bile. Gözlerine dolan yakıcı sabunun acısını bile duymaya fırsat bulamadan avazı çıktığınca bağırdı, yardım istedi, engelleyemediği hayvanın bedenini kullanmasını önleyebilmek için. Yardımına hiç kimse gelmedi. İçeride büyük bir vurdumduymazlıkla bir gün önce kazandıklarını saymakla meşgul kocası bile. Uzun bir müddet sonra baygın bir vaziyette yerde yatıyorken, minik kızının “anne sana ne oldu?” sorusuyla hafifçe gözlerini araladı, sadece “bir şeyim yok, düşürüldüm, sen üzülme kızım “ diyebildi. Küçücük kız annesinin başına ne geldiğini hiç bir zaman bilemeyeceğinden habersiz, oyunlarını oynamak üzere sokağa arkadaşlarının yanına koşturdu.

Neden sonra iyice kendine geldi, yavaşça doğruldu ve kocasının hala paraları saymak için oturduğu salondaki koltuğunun başına yöneldi. Bütün bu olanlardan baştan beri haberi olduğunu anladığı kocasına kin, nefret ve öfke dolu bir bakış fırlatıp “tanıdığım en alçak adamsın; ben senin kızının annesiyim, bunu bana yapmasına nasıl izin verebildin?” dedi çırılçıplak ve yara bere içinde oluşunun farkında bile olmadan. Adam yayıldığı koltukta paraları saymaya devam ederek ve hiç istifini bozmadan “senin için bir eksik, bir fazla, ne fark eder?” dedi. Karısının ikinci kocası oluşunu bir türlü kabul edememenin kıskançlığıyla içini kusuyordu kocası. Dul olduğu bir kez daha suratına bir tokat gibi indirilmişti.

Bu kadar güzel ve bu kadar alımlı olmasaydı, adam kadınla kesinlikle evlenmezdi. Yetiştiği ortamın kültürü bir dulla evlenmesini asla affetmemişti. Kardeşinin karısının ırzına geçerken duyduğu yardım çağrılarına yanıt vermeyişiyle toplumun ona yaşattıklarının diyetini ödetiyordu karısına. Bir taraftan karısını deli gibi seviyor, diğer taraftan ondan ölesiye nefret ediyordu. İçinde büyüyen bu derin çelişkinin çözülmesine sahip oldukları biricik kızları bile neden olamamıştı. Kızını her sevişinde öbür adam aklına geliyor ve saçlarını okşamakta olduğu kızını kendinden itiyor ve uzun uzun uzaklara bakıyordu. Yaralıydı ve yaraları iyileşmek nedir bilmiyordu. Her akraba ziyaretinde ya da bir tanıdığın sohbetinde karısını dul oluşu , bir sözle, bir bakışla ya da bir hareketle kendisine yansıtılıyor, içine düşürüldüğü ahlaksal eksiklik duygusuyla yaşadığı her sevinç zehirleniyordu. Kurtuluşu çürümekte buldu.

Kadın o günden sonra kocasına olan sadakatinden kendini bağışladı. Kocasının kardeşiyle hiç uğraşmadı. Kimseye de anlatmadı. Yalnızca kendisinden hoşlanan her erkekle birlikte oluyor, ona yüklenen ahlaksal düşüklüğü onaylayarak onarılmaz yaralarına kabuk bağlatmaya çalışıyordu. Onu tanımladıkları gibi bir insan olmanın yolunda ilerlerken vicdanındaki yaranın da kapandığını hissediyordu. Bir müddet sonra hakkında çıkan söylentiler kocasının da kulağına ulaştı ve öfkeyle eve döndü, karısını dövmeye başladı. Hırsını bir türlü alamıyor, “bunu bana nasıl yapabildin, dul olduğun halde seni aldım” diyerek şiddeti giderek artan bir şekilde karısının vücuduna darbeler indiriyordu. Karısının kendisinden ikinci çocuklarına hamile olduğunu bilgisinden habersizdi. Karısı ona ne yaptığını anlamaya çalışıyor, yalnızca karşısında görmek istediği insan olmaya çalıştığını anlatmaya çalışıyordu.Dul olduğu ve bu yüzden ahlakının eksik olduğu her söz ve davranışla yüzüne vurulan kadın, ahlaksız olduğu için dövülüyor, hakarete uğruyor, sövülüyordu. Ertesi gün bir celsede boşandılar. Çocuğu, evi ve arabayı adam aldı. Kasap dükkanı kadına kaldı. Kadın artık kasaptı.

Beni aradığında hastahane odasında yatıyordu. Yatağı kan içindeydi ve çarşafını bile değiştirmek istemeyen hemşirelerin öfke, nefret ve kin dolu bakışları arasından bana sesleniyordu “buradayım” diye. Yargılanmaktan yenik düşmüştü . O yüzden olsa gerek hemşirelerin onu bakışlarıyla yargılamalarını büyük bir olgunlukla kabullenmişti. “Biliyor musun,” dedi “sen gelmeden önce saatlerce şu duvardaki beyaz badananın dikkatlice bakınca ortaya çıkan şekillerini izliyorum. En çok şu küçücük şekile bakmaya dayanamıyorum. Sanki minik bir bebek oradan bana ‘Ben de yaşamak istiyorum anneciğim’ diye sesleniyor. O zaman gözyaşlarımı tutamıyor ağlıyorum. İyi ki geldin. Senin sözlerinin çoğunu anlamasam da bana iyi geliyor. Belki de ses tonun ya da duruşun. Teşekkür ederim”. Karnındaki bebek düşmek üzereydi. Tutunsun diye bir kaç iğne yapılmıştı. Durumu biraz iyiyceydi. Dışarı çıkmak istedi. Beraberce dışarı çıktık. Onu deniz kenarına götürdüm. Uzaklarda yükünü taşıyan gemiler ışıklar içerisinde bilmediğimiz bir yerden gelip bilmediğimiz bir yere gidiyorlardı. Karnındaki bebek de bilmediğimiz bir yerden geliyor ve bilmediğimiz bir yere gidiyordu. Gittiği yeri bilenlere de rastlamıştım. Benden inanmamı bekleyen birilerine. Ona doğru dönerek “üzülme, yaşam böyle bir şey işte” diyebildim sadece. Sonra karnındaki sancının artması üzerine hastahanedeki odasına götürdüm ve hiçbir refakatçisi olmayan bu anneyi yatağına yatırdım, çizmelerinin bağcıklarını çözdüm, çoraplarını çıkardım ve uykuya dalana kadar başucunda bekledim. Uyuduğunu anladığımda gözünün üstüne doğru hafifçe eğilip, alnından öptüm. Dudaklarında kızında gördüğüm tebessümün aynısı belirdi.

Oradan ayrıldığımda, ertesi günlerde bu kadının bir başına daha neler yaşayacağını düşünmeye başladım. Bir karabasandan diğer bir karabasana gidiyordu duygularım, düşüncelerim. Kadının doğu toplumundaki karanlık yazgısından aldığı paydı yaşadığı. Üzüntü içerisinde kentin bütün caddelerinde dolaştım. Neden sonra gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Geceye gizlenmiş bütün kirleriyle birlikte kent gözlerimin önünde beliriyordu. Gecenin içinde tüm yıldızlarımı sunmuş gökyüzüne baktım. Ufukta belirmiş ve ona tırmanan güneşe doğru sürdüm arabamı. Gittim, gittim, uzaklaşmak istemiyle sadece gittim.

Jack Çetinkaya

Bu yazıyı paylaşmak ister misin?