Başımı eğdim. 92'de Adana 'da bir devlet hastanesinde dünyaya geldim. Götüme bir şaplak yedim. Hayırdır lan demeye fırsat kalmadan ciğerlerim yandı. Arkada Cem Abi'nin bu son olsunu çalıyordu. Doğarken ağladı insan dedi. Son olmadı, çok ağladım. Dünyanın baş aşağı durmadığını o gün anladım.
Çocuktum. Akşam ezanından evvel evde olurdum. Bir gün ezan okundu, bahçe kapısını kapattım, zile basmadım. Oturdum kapının önüne düşündüm: Bir insan nasıl bu kadar düz olabilir ? Düz yani hiçbir şeysiz, girintisiz, çıkıntısız ... Bayramlarda , kutlamalarda niye hep en arkadasın. Hiçbir şeyde önde olmuyon. Elin çocukları şiir okuyo, şarkı söylüyo. Sen anca arkada bekliyon dedi annem. Haklıydı. Başımı eğdim. Bir daha hiç eğlenmedim...
Beş senedir Barbaros' tan aşağı sahile doğru yürüyorum. Karşıdan karşıya geçmeden dümdüz. Sahildeki taşlara oturup ayaklarımı denize doğru salındırıyorum. Arabanın arkasında çay satanlara uyuzum onlardan almıyorum, elinde sepetiyle dolaşıp çay kahve satan teyzeden bir çay alıyorum. Her seferinde teşekkür ediyorum . Ses etmiyor. Başımı eğiyorum. Çayın dumanı bazen Kadıköy bazen Üsküdar vapurunun dumanına karışıyor, gelgit denizi kabartmış dalgalar güneşin gözleri önünde oturduğum taşın altını oyuyor. Sadece o zaman gülümsüyorum. Ama öyle alengirli değil düz, dümdüz...
Dostlarım ; bu hikayeyle birlikte yeni bir serüvene başlıyoruz. Bölüm bölüm yayınlayacağım Siyah’ın hikayesinin ilk bölümü ‘ Sıkıştırılabilir yolculuk ‘...
Koltuğa oturmuş saatin hiç durmadan ilerleyişini izliyordum. Hiç durmuyordu. Baktıkça yavaşlıyor gibi olmuyordu. Ama hızlanmıyordu da. Öylece sadece akıp gidiyordu....