Çıkar beni buradan

“Remzi”
dedi.
“Ulan hala taş çalıyorsun. Senelerdir adabıyla oynamadın şu oyunu”
Cebinden dört lira çıkarıp çay tabağına koydu.
“Benden bu kadar” deyip hafifçe doğruldu sandalyesinden. Aslında kalkmayacaktı ama içine bir fenalık gelmiş ve bir ağrı saplanmıştı. Elini koydu masaya. Düştü düşecek gibi olurken Remzi’nin gülen suratı belirsizleşmeye başladı. Kulağında derin bir ugultuya döndü kahvedeki sesler. Masanın örtüsüne avuçlarını geçirdi. Gözlerine çarpan şey tavanın görüntüsüydü. Anlamsız gelen görüntüler geçti gözlerinden. Bi ara yüzüne dökülen okey taşlarına baktı. Sanki ağırçekim bir film şeridi gibi tane tane düşüyorlardı yüzüne.
     Karardı heryer.
     Herşey.
     Sesler kesildi.
     Kendi başına depderin bir yalnızlık ve boşluk içinde sonsuza kadar bekledi. Hiç düşünmeden bekliyorken, birden aydınlandı etrafı.
Bir kız, yüzüne bişeyler yerleştirmeye çalışıyordu. Etrafında iki kişi daha vardı. Anlamaya çalışırken kulağına sağır edici siren sesi geldi. Anlamaya çalıştı olanları. Nerde olduğunu en son ne yaptığını düşünürken yine aynı karanlıkla başbaşa kaldı. Sonsuzluk gibi bir an. Bitmeyen bir bekleyiş ve yalnızlık..
“Ölüyor” dedi birisi.
“Hayır” dedi. Ölemem. Daha değil.
Karanlıkya beklerken yine, oğlunu gördü. 42sine yeni girmiş bir deniz astsubayıydı. Karanlıkta oturmuş onu bekliyordu.
“Baba…… Gel otur hadi!
“Cahit sen ölmedin mi?
“Hayır baba. Ben hiç ölmedim. Hep burda seni bekledim.
“Peki annen nerde?”
“Mutfakta. Senin gelmeni bekliyor”
“Oğlum. Seni çok özledim” deyip tüm gücü ile sarıldı. Derken mutfaktan karısı geldi. Elinde bir tepsi ve üzerinde yemek.
“Acıktın mı bey?” Dedi yüzündeki o eşsiz gülümsemesiyle..
“Cok acıktım Firuze, cok hemde. Ne de iyi ettin. Allah razı olsun?
Aniden şiddetli ışık etrafı sardı.
Sonra bi ses…
“Kendine geliyor. Hemen durumu stabil tutmaya çalışın”
“Hayır” dedi. Firuzem yemek hazırlamış bana. Cahit beni bekliyor” dedi. Etrafında bir koşuşturma. Sesler derinleşmeye başladı kulaklarında.
“Hastayı kaybediyoruz”
“Nabız düşüyor”
“Şok cihazını……
“Hayır” dedi. Dönemem. Firuze yemek hazırlamış. Cahit beni bekliyor. Dönemem. Bi daha onları bırakamam”
Yine derin bir boşluk. Sonsuza kadar süren bir karanlık. Firuzenin sesi geldi kulaklarına.
“Beyy. Hadi ama. Yemek soğudu. Nerde kaldın?”
“Geldim sultanım geldim. Biraz işim vardı. Onu hallettim”
Bakındı etrafına. Eski evlerinin salonuydu burası. Eski eşyalar yerli yerinde duruyor. Televizyon sehpasının üzerinde Telefunken marka tüplü siyah beyaz televizyonları duruyor. En son onu kime verdi nereye bıraktı; hatırlamıyordu. Pencerenin önünde menekşeler açmış, güneş yeni yeni batmak üzere. Radyoda Müzeyyen Senar çalıyor.
“Ellerini yıkadıktan sonra gel sofraya bey” dedi.
Bayoya yöneldi. Musluğu açtı. Eline sabunu aldı ve kokusu geldi burnuna..”ne’de güzel kokuyor” dedi içinden. Ellerini yıkadıktan sonra oturdu sofraya. Kızları yoktu masada.
“Reyhan yok mu hanım?” Dedi.
“O biraz geç gelecek, sen otur ye yemeğini” dedi karısı.
Birden uzandı ve ellerini tuttu. Karısının gözlerine baktı derin derin.
“Söyle bana sultanım, bana ne hazırladın bu akşam”
“Nohut yemeği ve makarna” dedi gülümseyerek.
Önüne iki tabak koydu karısı. Sapları işlemeli paslanaz kaşık ve çatalı önünde duruyordu.
Makarnaya çatalını batırırken döndü firuzeye…
“Eli boş geldim. Affet hanım. Evde eksik bişey var mı?”
“Yok çok şükür bey!. Sağolsun hükümetimiz herseyimizi veriyor. Geçen ay yardım paketi verdiler. Öyle sen yokken idare ediyoruz” dedi.
“Allah belanızı versin” dedi. “Ulan burda mı? Ulan bu dünyada da mı?”
“Doktooooorrrrrrr!”
“Doktooorrrr”
“Çıkar beni burdan”
Sonra bi ses…
“Hocam nabzı atmaya başladı. Hasta geri dönüyor!”
Gören Erdoğan
Bu yazıyı paylaşmak ister misin?